Günlük hayatın karmaşası, yetişkin olmanın sorumlulukları ve
duygusal yükleri arasında boğulurken hiç çocukluğunuzu hatırlayıp o günlere
geri dönmenin hayalini kurdunuz mu? Çocukluğunuzun pırıl pırıl toz pembe
dünyasını şimdiki halinizle kıyaslayıp her şeyin nasıl olup da bu noktaya
geldiğini hiç merak ettiniz mi?
Çoğu insan çocukluğunu anlatırken kusursuz bir masal
dünyasından bahsediyor gibidir. O dünyada terk edilmeler, reddedilmeler yoktur,
herkes sevgi doludur. Anne dünyanın en şefkatli ve güzel kadını, baba ise
dünyanın en güçlü ve güvenilir erkeğidir.
Aslında çocukluğumuzu böyle kusursuz hatırlamamız bizim belki
de en büyük yanılgımızdır. Halbuki biz en büyük yaralarımızı çocukluğumuzda
alırız. Çarpıtılmış bakış açılarımız zihinlerimize çocuklukta yerleşir. Reddedilmenin
ve acının en yoğun ve damıtılmış halini çocuklukta deneyimleriz.
Yetenekli Çocuğun Dramıkitabında Alice
Miller bizi çocukluğun karanlık ve acı dolu taraflarıyla yüzleştiriyor ve
çocukluk deneyimlerinin gelecek hayatımızı nasıl şekillendirdiğini apaçık
örneklerle gözlerimizin önüne seriyor.
Yaşamımızın erken dönemlerinde gördüğümüz, deneyimlediğimiz
her şey bizim yapı taşlarımızı oluşturur. Anne babamızla kurduğumuz ilişkinin
ve bağlanmanın şekli ileri hayatımızda yaşayacağımız ilişkileri temellendirir.
İlk ilişkilerimizdeki yoksunlukları, reddedilmeleri, istismarları ise
zihnimizin derinliklerine gömme eğiliminde oluruz. Çünkü o yaşta bu acı verici
deneyimlerle baş edebilmemiz mümkün değildir.
Zihnimizin depoları, acısı tam olarak yaşanamamış acı verici
şeylerle dolar taşar ve bir süre sonra daha fazla devam edemez oluruz. İşte
terapi süreci, bu gömülü acıların gün yüzüne çıkarılması, tekrar yaşanması ,
sindirilmesi üzerine kuruludur.
Çocuklukta aldığımız yaraları bir yetişkin gözünden görmek
zordur. Bu yüzden terapi sorunlara mantıklı açıklamalar getirmeye çalışma işi
değildir, duyguların tüm çıplaklığıyla ele alındığı ve tekrar tekrar
irdelendiği bir süreçtir. Terapi kişiye kendi duygularıyla yüzleşme, temel çelişkilerini
görme gücü kazandırır. Bu süreçte terapist, kendini aldatmalar üzerine kurduğu
kalelerini yıkarken kişiye yardım eder.
Terapistin kendi bilinçdışı çelişkilerini çözebilmiş biri
olması çok önemlidir çünkü aksi takdirde terapist hastanın kendisine olan yoğun
bağını manipüle edebilir, ona yarardan çok zarar da verebilir.
Gerçekleriyle yüzleşmekten korkan insan için bir sürü kaçış
yolu vardır. Büyüklük tutkusu ve bunalım kendini aldatmanın yaygın
yollarındandır. Büyüklük tutkunu, bulunduğu her yerde hayranlık uyandırmaya ihtiyaç
duyan kişidir. Sevgi ihtiyacı çocuklukta doyurulmayan kişi, hayatı boyunca bu
yoksunluğunu insanların hayranlığını toplarak kapatmaya çalışır. Çünkü
hayranlıkla sevgiyi birbirine karıştırmıştır. Bir balon gibi şişen ve yükselen
öz değerlilik duygusu, işler yolunda gitmediğinde şiddetli bir çöküş yaşar.
Çünkü kişi gurur duyduğu ve hayranlık uyandıran özelliklerini yitirdiğinde
elinde geriye hiç bir şey kalmadığını acıyla fark eder. Bu yüzden büyüklük
tutkusunun diğer arka yüzü “bunalım”dır. Bunalım kişinin kendi benliğini inkar
ettiği bir savunma şeklidir ve genellikle erken yaşta alınan yaralarla
ilgilidir.
Yaşamının ilk yılında gerçekten sevgi ve güven veren bir
anneye sahip olan kişi, gelecekte yaşayacağı zorlu dönemleri daha kolay
atlatır. Bir insan iyi gelirli bir ailede bir çok fırsata sahip olarak
büyüyebilir; görünürde hiç bir yoksunluk, şiddet, ihmal yaşamamış gibi
görünebilir ancak bu onun zor şartlarda yetişmiş, ağır muamelelere maruz kalmış
birisinden daha mutlu ve sağlıklı olacağı anlamına gelmez. Asıl önemli olan
yaşamın ilk yılında kişiliğinin sevgiyle, anlayış ve güvenle yoğrulmuş
olmasıdır.
Kendine güveni olmayan ve yanında güçsüz birinin varlığına
ihtiyaç duyan kişiler çocuk sahibi olduklarında güçlü hissetmek için
çocuklarını kullanırlar. Çünkü çocuk güçsüzdür ve tamamen anne babaya
muhtaçtır. Çocuk anne babaya hem fiziksel hem duygusal olarak bağımlıdır, anne
babasını karşılıksız, her şeyden çok sever. Bu teslim olmuşluk anne-baba
tarafından kötüye kullanılabilir ve anne-baba çocuğun korkularını, isteklerini,
duygularını alaya alır. Kendini, güçsüzlük duygularının egemenliğinden korumak
isteyen ebeveyn bunu yaptığında o
duygulardan kurtulduğunu sanır. Aşağılanan, alay edilen ya da önemsenmeyen
çocuk yoğun bir utanç duygusu yaşar ve bunlardan kurtulmanın yolunu bir
başkasını aşağılamakta bulmaya çalışır. Böylece anne babasının kendisine
yaptığı şeyi tekrar etmiş olur.
Zayıfı aşağılamak, zayıflığın apaçık bir ifadesidir. Çaresizlik,
kıskançlık, öfke gibi bazı duygularını gerektiği gibi yaşayamamış kişiler bu
duyguları çocuklarında yaşatmaya çalışırlar. Örneğin küçükken şizofreni hastası
annesinin geçirdiği ataklara şahit olan ve bunlardan dolayı şiddetli bir korku
duyan kişi ileride baba olduğunda çocuğuna korku hikayeleri okuyup çocuğun
tepkileriyle eğlenebilir. Çünkü artık kendisine o korku dolu aciz çocuk
olmadığını kanıtlamak istemektedir. O aciz varlık artık karşısındaki çocuktur
ve kendisi onunla alay eden güçlü kişidir.
Çocukluktaki bu aşağılanmalar kişiliğin sağlıklı gelişimini
baltalar, sapıklıklara ve saplantılı nevrozlara temel hazırlar.
Geçmişten getirilen yüklerin, dünyaya yeni gelmiş bir çocuğun
üzerine yüklenmesi büyük haksızlıktır ve Alice Miller’a göre bunun önüne
geçmenin tek yolu kişinin kendi çocukluğunun yasını tutmasıdır. Kendi yiten
çocukluğunun acısını yaşayan ve yasını tutan ebeveyn bu acıyı kendi çocuğuna
devretme ihtiyacı duymaz.
Hepimiz kendi çocukluğumuzun üzerindeki örtüyü kaldırıp
bakabilirsek, belki de bize yapılan haksızlıkların bedelini çocuklarımıza ödetmekten
vazgeçeriz.
Çünkü her çocuk koşulsuz sevilmeyi ve korunmayı hak eder.