Bu tanımlamayı bir film başlığından alıyorum (Losing the thread : The Experience of Psycosis). İpin ucu nerededir, tuttuğumuz veya tutunduğumuz nedir?
İnsanı tanımlamaya çalışırsak bedende başlayıp bedende biten bir varlıktan bahsetmediğimiz ortaya çıkıyor. Bu sebepten genel tanımlamada insandan biyo-psiko-sosyal bir varlık olarak söz ediliyor. Fiziksel mirasımızla geldiğimiz dünyada insana dönüşümümüzün her adımında bizim dışımızda ağları örülmüş bir çevrenin içinde gelişiyoruz. Bu ağ kademe kademe genişliyor biz büyüdükçe. Annemizin kollarından başlayarak, aile yapısı, kültürü ve değerleri bizi sarmalıyor. Biz büyüdükçe genişliyor ait olduğumuz ve algılayabildiğimiz ağ. Bir tarafından biz de tutuyoruz aslında bu ağı. Tutunuyoruz ve asılıyoruz. Bazen boşluğa düşmemek için, bazen teması yitirmemek için bazen de yaşadığımızı bize tekrar hissettirecek zaman zaman ortaya çıkan kendimizi hissetmeme durumundan kurtulabilmek için asılıyoruz. Asılabildiğimiz bir ağ oluyor bazen, bazen de sadece bir ip; istersek üzerinde oturabildiğimiz, zaman zaman aşağı sallandığımız.
Psikoz için, ip ile olan bağlantıda farklı yerde olmak ta denilebilir. İpten tamamen ayrılmasak ta ucuna kadar ilerlediğimiz, bazen sadece uç kısmından tutabildiğimiz bir yerde olmak. İpi bırakmak özgür kalmak, kendimize ulaşmak, kendimizi keşfetmek gibi düşünceler getirebilir aklımıza. Ben pek öyle olduğunu söyleyemeyeceğim. İpin ucunu bırakma deneyimi yaşayanlar bu duruma dair tariflerinde öyle güzel ve keyifli bir şeylerden bahsetmiyorlar. Aksine tüm güçleriyle tutmaya çalışmalarına rağmen tutamadıkları ve ellerinden kaçan bir uçan balonun ardında gözleriyle takip ettikleri bir ipten bahsediyorlar, bu aslında bırakmak istemedikleri halde ellerinden kaçan bir balona son temas noktası olan ucundan sallanan ip. Kesinlikle bırakılmak istenmeyen hatta bir şekilde elimizden kaçmış bir halde koştura koştura peşinden giderken parmaklarımızın ucu hafifçe değdiğinde içimizde mutluluk dolu gülücükler oluşturan bir ip.
Hayat ile bağlantımız çok farklı dengeler ve dengesizlikler üzerinden şekilleniyor. Çok yorgun bir günün ardından tek istediğimiz, yoğunluktan ve uzun zamandan beri devam eden yaşamın birikmişliklerinden uzaklaşmak olabilir. Kendimizle kalmak, kendimizi dinlemek isteyebiliriz. Binlerce yıldır var olan yoga, meditasyon veya dini ritüelleri bu konuda bize yardımcı olacak şekilde kullanıyor olabiliriz. Ama bunca çaba ile sadece kısıtlı bir süre uzak kalmayı becerebildiğimiz bu ağ hakkında ne düşünüyoruz? Kurtulmak için bunca çaba sarf ettiğimiz ağ, belki de bizi sarıp sarmalayarak engelleyen bir ipler örüntüsü değil içinde nefes aldığımız, her an her saniye bizim çevremizde var olan su gibidir. İçinde yaşadığımız ve nefes aldığımız, dalgalarının ritmi ile sallandığımız derin denizlerin bir parçası gibi bulunuyoruz bu sularda. Dışına çıktığımızda ölüme doğru saniyeler varken, uzaklaşabildiğimiz bu şeyin aslında bizi hayatta tutan ve yaşam veren bir şey olduğunu fark edebiliriz son anda.
Nefes alışımızın fiziksel varlığımızın ön koşulu olması gibi, iç dünyamızın varlığı da bizim etrafımızı çevreleyen ağın kuralları ile ilişkide olmamıza bağlı bir şekilde. Bu ağın varlığını ortaya koyan kuralları, işleyişindeki dalgalanmaları anlamamız ve bunlara uyum sağlamamız gerekiyor. Kendimizi var etme tarzımız bunları değiştirmek yolunda bile olsa, bu işleyişi kavramamız gerekiyor en başında. Kendi içimizdeki mikro dünyada farklı kurallarımız ve algılarımız olabilir. Derdimiz bunları etrafa aktarmak ta olabilir. Ama dış dünya ve iç dünya arasında bu akış bizim elimizde olmadan kesilmeye başlarsa aslında hiç istemediğimiz sulara sürüklenmeler başlıyor. Bizi anlamayan ve bizim anlayamadığımız hale geldikçe; içinde bulunduğumuz organizma bizi zehirler hale geliyor. Ya biz yabancılaşıyoruz buraya ya da çevremiz uzaklaşıyor bizden. Her halükarda uyum sağlayamadığımız çevre her nefes alışımızda bizi zorluyor, bünyemize ihtiyaç hissettiğimizi alamıyoruz ve diğer bir yandan bizim her hareketimiz çevremize bir şekilde “batıyor”, etrafa rahatsızlık veriyor. Her an her saniye, nefes alışımız, var oluşumuz bir sürtüşme yaratıyor.
Psikoza, belki biraz böyle biyolojik yapı bakışı ile yaklaşabiliriz. Dokulara uyumlu bir yapıdan, içinde bulunduğu ortama uyumsuz hale gelen, varoluşunu bütünlüğe eklemleyemeyen, bağlantıda olup güç katabilmeyi, kendini var edebilecek şansı kullanabilecekken, istenmeden dışarı itilen ve uyum sağlama yeteneğinden uzaklaştıkça etraftan kopan ve kendi derinliğine doğru gitgide artan bir süratle dalışa geçen bir yapı. Kendi içinde kalmak, etraftan istem dışı kopmaya ve uzaklaşmaya başlamak bizi kendimize yaklaştırmıyor aslında. Tam tersine kendi içimizde kaldıkça istemediğimiz halde kademe kademe kendimizden de uzaklaşıyoruz. Günden güne daha fazla bizi anlamaz hale gelen etraf ile konuşmamız bozulmaya başlıyor. Bizim söylediklerimizi anlamıyor insanlar ve biz etrafa bir şey söyleyemez hale geliyoruz günden güne.
Bir sürükleniş, bir uzaklaşma, bir dibe dalış olarak tanımlanan şeyi belki de yukarıda bahsedilen şekilde iplerin kopması olarak düşünebiliriz. Elimizden kaçan ip içinde yaşadığımızı varsaydığımız geniş dünyaya ait çerçeve içinde kendimize ait minik çerçevenin harekete geçmesi, yerinin değişmesi ve bunun sonucunda da küçük çerçevemizin sınırlarının bütünlüğünü kaybedip parçalara ayrılmasına yol açıyor. Büyük çerçevenin sınırları dışına çıktığında ve en nihayetinde her iki çerçeve de anlamını yitirdiğinde hayata dair referanslarımız kayboluyor. Nesneler anlamlarını yitiriyor anlam dünyamızda. Çerçeve olmadığında değerlendirme kapasitesi de kayboluyor. Dünyadaki her şeyin arasındaki bağlar ayrışıyor. Bilinçlilik içinde bir kaybolma gerçekleşiyor.
Nesne niye var? Ne ile bağlantılı? Ne işe yarar? Bir serçe tohumu gördüğünde tanır, besleyici olduğunu anlar ve onu yer. Bizim ise dünyayı tanımamız referanslarımıza bağlı. Anlamlandırma kapasitesi yıkıma uğradığında iyi-kötü, yararlı-yararsız, güvenli-tehlikeli ayrıştırması yapılamıyor. Neyin uzak durulması gerektiği ile neyin zararsız olduğu ayırt edilemediğinde her şey tehdit haline geliyor. Gerçekliğe dair sınırların yıkımı neyin gerçek olabilir neyin gerçek olamaz ayrımını da bozuyor. Her şeyin imkân dâhilinde olduğu bir sınırsızlık içinde bir tutunamama yaşanıyor. İpin ucu burada kaçıyor. Nesnelerle ilgili gerçek olabileceklerin sınırı kalmıyor. Nesnelerin bizi kaydetmesi, bizim bedensel varlığımıza karışması, nesnelerin ve varlık sınırlarımızın birbirleri içine girip çıkmaları mümkün gibi algılanıyor.
Tanımlama sistemlerimizi, ait olduğumuzu düşündüğümüz (uzaklaşmaya çalışmamız da aynı şeyin varlığını teyit eder) çevremizi ve gerçekliğe dair referanslarımızı bizi kısıtlayan ve sınırlayan bağlar değil hayata tutunmamızı sağlayan yaşam ağı olarak görüp bunların nelerden oluştuğunu inceleyebiliriz. Bu durumda psikoza ve farklı bilinç durumlarına dair anlayışımızı ve tedavi planlarımızı hepimizde bulunan tanımlama ve anlamlandırma sistemleri üzerine inşa edebiliriz.