Hayatın Anlamı Nerede Gizli?
Anlam hayatın neresindedir? Anlamı
içimizde mi aramalıyız? Anlam bizim dışımızda bir yerde ya da kendimizden başka
bir insanda bulunabilir mi? Hayatının gidişatını değiştiremeyeceğinin farkında
olan insan için de hayatın bir anlamı olabilir mi? Hayal edebileceğimiz en zor
şartlar altında bile insan hayatta anlam bulabilme gücüne sahip midir?
Viktor E. Frankl’ın otuzun üzerinde
yabancı dile çevrilen ve on beş milyondan fazla satan kitabı “İnsanın Anlam Arayışı” tüm bu sorulara
cevap arıyor. Viktor Frankl kitabında kendi yaşantısında anlam bulmanın çok zor
olduğu bir dönemdeki anlam arayışından ve bu arayış sonucu ortaya çıkardığı
terapi tekniğinden bahseder. Viktor E Frankl uzun süre boyunca farklı Nazi
kamplarında çok zor şartlar altında yaşamıştır. Aynı zamanda bu Nazi
kamplarında annesini, babasını ve eşini kaybetmiştir. Viktor Frankl bir
psikiyatri doktorudur ve bu süreçte mesleki kimliğini de kaybetmiştir. Asıl soru şu ki bunca kayıp içerisinde hayat
da anlamını kaybetmiş midir Frankl için?
İnsan’ın Anlam Arayışı üç bölümden
oluşan bir kitap. İlk bölüm Frankl’ın kamplarda bulunduğu süreci anlattığı
bölümdür. Frankl bu bölümün gerçekleri göz önüne sermek ve açıklamada bulunmak
gibi amaçlardan ziyade milyonlarca tutuklunun deneyimlediği kamp yaşamını
anlatmak olduğunu söyler. Frankl tutukların kampta sahip oldukları tek şeyin
tam anlamıyla çıplak varoluşları olduğunu anlatır kitabında. Kamp ortamı
gerçekten de sadece bir numara olarak görüldüğünüz, hasta olduğunuz ya da zayıf
düştüğünüz her an bir gaz odasına ya da krematoryuma gönderileceğiniz bir
ortamdır. Bir numaranın yaşamının, deneyimlerinin ve arkasında bıraktıklarının
hiçbir önemi yoktur. İşte böyle bir
ortamda kişiyi en çok yaralayan şey çektiği fiziksel acılar değil, haksızlığın
ve mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır der Viktor Frankl.
Geçmişte ve günümüzde toplama
kamplarının fiziksel koşullarını anlatan birçok kitap yazılmıştır ve yazılmaya
devam etmektir. İnsanın Anlam Arayışı ise
bu kampların ve fiziksel koşulların çok ötesinde ;bireyin zorlu şartlar
altındaki ruhsal yolculuğunu gözler önüne sermektedir. Viktor Frankl kamp
yaşamında ruhsal tepkilerin üç evresi olduğundan bahseder; kişinin kampa
alınışını izleyen dönem, tutuklunun kamp rutinine çok iyi alıştığı dönem ve son
olarak serbest bırakılışını izleyen dönem. İkinci evre aslında tutuklunun bir
tür duygu yitimi yaşadığı nisbi duyarsızlık evresiydi. Bugün psikoloji alanında
çok duyduğumuz gerçek şu ki böyle bir ortamda yaşanan duygu yitimi gibi tepkiler
anormal bir duruma verilen normal tepkilerdir. Tutuklu zamanla duygularını
köreltir ve kamptaki eziyetlere karşı duyarsızlaşır.
Bu noktada akla gelen ilk soru
tutukluların tüm bu maddi ve manevi kayıplar sonucunda hayata devam edecek gücü
bulma ihtimalleri olup olmadığıdır. Frankl kampta yaşamaktan vazgeçen
tutuklular da olduğunu ve zihnen yaşamdan vazgeçenlere bedenlerinin de eşlik
ettiğini anlatır. Bir insanın ruhsal durumuyla yani cesareti ve umudu ya da
bunların bulunmayışıyla vücudunun bağışıklığı arasındaki güçlü bağdan bahseder.Umut ve cesaretin kaybedilişinin öldürücü
etkileri vardır. Bu noktada Frankl, gelecekle ilgili umutlarının birçok
tutukluyu hayatta tuttuğunu anlatır. Aralarında buldukları özgürlüklerine
kavuştuktan sonra yaşayabilecekleri hakkında konuşma oyunu kampta onları canlı
tutan şeylerden bir tanesidir. Viktor Frankl’ı hayatta tutan en önemli
şeylerden biri ise kamptaki deneyimleri ışığında yazdığı bilimsel bir kitaptı.
Kamptaki şartlar yüzünden çoğu kez elinden alınan notları tekrar yazma ve bir
terapi ekolü inşa ederek insanlara yardım etme umudu onu hayatta kalmaya
itmişti.
Viktor Frankl kamp hayatında
önemini keşfettiği ve hayatta nihai ve en
yüksek hedef olarak adlandırdığı değer ise sevgidir. Viktor Frankl da dahil
olmaz üzere kamptaki tutukların tümü sevdiklerinin yaşayıp yaşamadığından emin
değildir. Frankl sevginin sevilen kişinin
fiziksel varlığının çok ötesinde olduğunu söyler. Sevginin anlamı iç
benlikte yani kişinin tinsel varlığındadır. Ona göre eşinin yaşayıp
yaşamadığını bilmesine gerek yoktu çünkü sevgilisinin hayalindeki varlığına
hiçbir şey dokunamazdı. İşte içsel dünyadaki bu yoğunlaşma kişiyi derin boşluk
ve terk edilmişlik hissinden kurtaran şeydi. Frankl’ın eleştiri getirdiği bir
nokta ise geçmişin acı veren ve kaçılacak bir şey olarak görülmeseydi.
Tutukluların çoğu geçmişleri hakkında düşünmeyi acı veren bir deneyim olarak
adlandırıyordu. Frankl’a göre geçmiş dünyadaki hiçbir gücün elimizden
alamayacağı tek şeydir. Geçmişte
başardıklarımızı, yaşadığımız güzel günleri ve bugünlere değen acılarımızı hiçbir
güç değiştiremez. İşte bu yüzden geçmişe kaçmak; bugünün boşluk hissinden
kurtulmaktır.
Viktor Frankl’ın acıya yaklaşımı
ise bugün çoğumuzun inandıklarından ve düşündüklerinden çok farklıdır. Viktor
Frankl’a göre çekilen acı anlam içeriyorsa yaşam da gerçek bir anlam içeriyor
demektir. Acının yaşamın bir parçası olduğunu hepimiz kabul ederiz. Acıyı nasıl
tanımladığımız, acıya olan yaklaşımımız ve acıya nasıl bir anlam yüklediğimiz
önemlidir. Frankl insanın acı çekmesini gazın odaya yayılışına benzetir. Oda ne
kadar büyük ya da küçük olursa olsun, gaz odanın tamamına yayılır. Acı da büyüklüğünden
bağımsız olarak insanın ruhuna ve bilincine tamamen yayılır. Aslında çekilen
acılar görecelidir ve önemli olan acının büyüklüğü değil; acıyı çeken için ne
ifade ettiğidir. Hayatta kendimizi şu soruyu sormak anlam arayışında bizi bir
adım ileri taşıyabilir: Hayatta çektiğim
acılar yaşadığım hayata değer mi? Toplama kamplarındaki insanların çektiği
acıya değdiklerini söylemek yanlış olmaz diye düşünüyorum. Tüm bu koşullar
altında yaşamdan vazgeçmemek, yaşadıkları acıların kazandıkları özgürlüğe
değdiği anlamına gelmez mi? Dostoyevski şöyle der: “Beni korkutan tek bir şey var: Acılarıma değmemek.”
Viktor Frankl kitabında acıdan
korkmamamız ve acı çekmekten utanmamız gerektiğini vurgular. Ona göre
gözyaşından utanmamalıyız çünkü gözyaşları
acı çekme cesaretine sahip olduğumuzu simgeler. Acı çekmek hayatımızda
birçok şeyi temsil edebilir. Bu noktada seçim yapma şansı bize verilmiştir.
Çektiğimiz acıyı kabul ediş ve kendi davamızı seçiş yolumuz en ağır koşullar
altında bile bize yaşama anlam katma şansı verir der Frankl. Spinoza’ya göre acı duygusu buna ilişkin net ve kesin bir
tablo oluşturduğumuz an acı olmaktan çıkar. Bir anlam yüklediğimiz acı,
artık acıdan çok anlamı simgeler hayatımızda. Frankl’a göre insan zor bir
durumun sunduğu olasılıklar karşısında ahlaki değerlere ulaşmayı seçebilir ya
da onlardan vazgeçebilir; bu da o insanın acılarına değip değmediğini belirler.
Bu durumda sormamız gereken bir
diğer soru şudur: Hayatın her alanında
seçim yapma özgürlüğümüz var mıdır? Frankl ise kitabında şu soruları sorar:
İnsanın, birçok koşullanmanın ve çevresel etkenin bir ürünü olduğuna inanmamızı
isteyen teori doğru mudur? Tutukluların toplama kampındaki tepkileri, insanın
çevresel etkilerden kaçamayacağını kanıtlar mı? İnsan bu koşullar altında hiçbir
eylem yeteneğine sahip değil midir? Frankl kitabında bu soruları yine kendisi
cevaplar. Ona göre insan böylesine korkunç şartlar altında bile özgürlüğünü,
zihinsel bağımsızlığını ve onurunu koruyabilir çünkü insandan bir şeyin dışında
her şey alınabilir: İnsan özgürlüklerinin
sonuncusu; yani belli koşullar altında insanın kendi tutumunu belirlemesi,
kendi yolunu seçmesi.
Kampta tutukluların çoğu hayati
meselelerde bile seçimi kadere bırakmayı tercih eder. Bir karar vermekten ve
bir işe kalkışmaktan korkarlar. Peki, bizim hayatlarımızda durum bundan farklı
mıdır? Özgür insanlar olarak bizim
seçimlerimiz gerçekten kendi seçimlerimiz midir? Yürüdüğümüz yolları gerçekten
biz mi seçeriz? Kendi içsel değerini bilen kişinin özgür olması ya da zorlu
kamp şartlarında yaşamaya çalışması önemli değildir. Tinsel benliğine demirlenen kişi hiçbir yaşam şekli tarafından
sarsılamaz. Kendi varoluşuyla anlamlı bir ilişki kuramayan kişi ya diğer
insanların yaptığı şeyleri arzular ya da insanların kendisinden istediği şeyleri
yapar der Frankl. Hayatın anlamını bulmak biraz da neye karşı sorumlu
olduğumuzu bulmaktır. İhtiyaç duyduğumuz şey sorunsuz bir hayat yaratmak değil;
hayatta çekilen tüm acılara değecek bir anlam bulmaktır.
Kitabın diğer bölümlerin Frankl’ın tüm yaşadıkları ve anlam arayışı
ışığında kurduğu bir ekol olan logoterapiden bahseder. “Logos” Yunanca’da anlam manasına gelen bir kelimedir. Logoterapi de
kişinin hayattaki anlam arayışının son bulmasının birçok şeyi düzenleyeceğini
savunan bir terapi şekli. Frankl’a göre anlam sadece kişinin kendisi tarafından
bulunabilir; eşsiz ve özeldir. Bu yolda logoterapi kişinin sorumluluklarının
farkına varmasını sağlamaya çalışır. Kime, neye ve ne için sorumlu olduğunu
kişi kendisi seçer. Dolayısıyla kişi topluma karşı mı yoksa kendi bilincine
karşı mı sorumlu olduğunu da kendisi seçer. Bu anlamda logoterapi insanın
tamamen koşullandırılmış ve belirlenmiş olduğunu savunan pan-determinizm
anlayışına eleştiri getirir. Bireysel kişilik öz itibari ile tahmin
edilemezdir. Kişi her zaman biyolojik, ruhsal ve toplumsal koşulların üzerine
çıkabilir. Frankl kitabında şöyle der: “İnsan,
sıradan bir şey, bir nesne değildir; nesneler birbirini belirler ama insan
nihai anlamda kendisini belirleyen bir varlıktır. Olduğu kişiyi kendisi
yaratır.”
Logoterapi anlayışına göre hayatın
anlamı sadece hazda ya da mutlulukta bulunmaz. Haz bir amaç haline getirildiği ölçüde uzaklaşır bizden. Mutlu
olmak arayarak ulaşılacak bir hedef değildir, mutlu olmak için bir neden
yaratmak gerekir. Bu nedeni bulduğumuzda mutluluk kendiliğinden gelir. Frankl
haz almanın ve acı çekmenin her zaman patolojik bir olgu olmadığını savunur.
Acı çekmemizin nedeni varoluşsal engellemelerimizi fark etmemiz ise çektiğimiz
acı nevrotik bir semptom olmaktan çok insanca bir başarıdır. İnsanın anlam
arayışı içsel denge yerine içsel gerilim yaratabilir. Frankl’a göre insanın gerçekten ihtiyaç duyduğu şey acı ve
gerilimlerden arınmış bir hayat değil; çaba göstermeye değer bir hedef, özgürce
seçilen bir amaç için mücadele etmektir. Acılarımıza değen bir yaşam
şeklini seçtiğimizde çok uzun yıllar sonra da hayatımız ve geçmişimiz bizim
için çok fazla anlam ifade eder. Sevgilerimiz, kayıplarımız, başarılarımız ve
en önemlisi cesurca ve onurla yaşanan acılarımız hep bizimle kalır. Acılarımıza
değen bir hayat gurur duyulası bir hayattır. Tüm bu acılardan ve sevgilerden
oluşturduğumuz kendiliğimiz ise tüm şartların üzerinde eşsiz ve özeldir. Sevgi
dolu kalplere değdiğiniz ve acılarınıza değecek bir yaşam sürmeniz dileğiyle.