‘Öfke bir işarettir, hem de önemli bir işaret. Öfkemiz incindiğimizi, haklarımızın ihlal edildiğini, gereksinimlerimizin ya da isteklerimizin doğru şekilde karşılanmadığını ya da sadece, işlerin yolunda gitmediğini gösteren bir ileti olabilir.’ ifadeleriyle başlayan ve Klinik Psikolog Harriet Lerner tarafından kaleme alınan ‘Öfke Dansı’ temelde öfke duygumuzu, bu duygunun ortaya çıkışını, ilişkilerimizdeki rolünü ve nasıl sağlıklı şekilde yönetilebileceğini anlatmaktadır.
Oldukça uzun hazırlık süreçlerinden geçen ve klinik çalışmalara dayandırılan bu kitap, 1985 yılında yayımlanmıştır. Genel olarak öfke duygusunun insan doğasındaki yerini ve önemini, öfkenin hangi durumlarda ortaya çıktığını, nasıl öğrenildiğini, kişisel farklılıkların öfke üzerindeki etkisini, öfkenin yönetilmesini ve ifadesini, ilişkilerde öfkenin rolünü ve son olarak öfkenin ışık veren bir rehbere nasıl dönüştürülebileceğini derin analizlerle okuyuculara sunmuştur.
Özellikle kadınların ilişkilerdeki rolleri ve kendilerini konumlandırdıkları yer üzerinden ele alınan öfke duygusunu, birinci ailemizden öğrendiğimiz iletişim kalıplarının ileride kendi kurduğumuz ilişkiler üzerinde ne kadar belirleyici olduğunu kitabın genelinde görebiliyoruz.
Kitapta bulunan örnek vakaları incelerken dikkatimi çeken
noktalardan ilki, kişilerin (kitap özelinde kadınların) içinde bulundukları
ilişkilerde birbirleri adına bazı duyguların yüklerini üstleniyor oluşlarıydı. Kadınların
anneleri vasıtasıyla öğrendikleri ‘doğrular’ ve toplumun kadınlardan
beklentileri doğrultusunda şekillenen kalıplar genellikle kurulan ilişkilerde
bilinçsizce kendini gösteriyor.
İncelenen vakalardan birinde kocası tarafından duygusal
ihtiyaçları karşılanmayan kadının zamanla öfke duygusunun nasıl açığa çıkmaya
başladığı ve her geçen gün bu durumun ilişkilerini ne denli gergin bir hale getirdiğini
gözlemliyoruz.
Bu ailede çocuklarla ilgili çözülmesi ya da karar verilmesi
gereken bir olay olduğunda kadın fazlasıyla endişeli ve ilgiliyken kocasının
neredeyse hiç tepki vermiyor olduğunu görüşü ‘kadında’ büyük bir öfke uyandırıyor. Seanslar
sonrasında fark ediyoruz ki ‘adam’ onun yerine duygularını yaşayan biri olduğunu
bildiği için ilişkinin tamamen mantık tarafını üstlenmiş durumda. Bu yüzden de
hayatlarındaki olaylara duygusal tepkiler verme ihtiyacı duymuyor hatta
duygusal tepkileri tamamen reddediyor.
Aynı şekilde adamın ailesiyle olan ilişkisinde de ‘kadın’ o
kadar baskın şekilde şikayet ediyor ki adam kendi rahatsızlığını ya da
duygularını kadın aracılığıyla dışa vuruyor. Kadının tüm bunların farkına
vardıktan sonra değişimi seçmesi, bu amaç için adımlar atması ve kararlılıkla
bu tutumları sürdürmesiyle beraber ilişkileri oldukça farklı bir boyuta
taşınıyor. Artık herkesin kendi duygularının sorumluluğunu alıp duygularıyla
kendi baş etmeye başladığı dolayısıyla da ilişkinin duygusal sorumluluğunun iki
yetişkin arasında paylaşıldığı yeni bir dinamik ortaya çıkıyor.
Kurduğumuz yakın ilişkilerde sınırları çizmek, duygularını yaşayabilmesi için karşımızdakine izin vermek ve hepsinden önemlisi suçlayıcı bir tutum takınmak yerine kendi duygularımızın sorumluluğunu üstlenmek ilişkileri temelden değiştiren önemli unsurlar haline geliyor.
‘Öfke Dansı’ kadın bir yazarın elinden çıkmasıyla güzel bir “pozitif ayrımcılık” ağırlığını da hissettiriyor. Özellikle kadınların ilişkilerdeki rolüne vurgu yaparak duygularında ve hayat önceliklerinde kendi yerlerinin önemini hatırlatırken duygularını doğru şekilde dönüştürerek ilişkilerini daha sağlıklı hale getirebilmelerine yardımcı olmayı da ihmal etmiyor.
“Öfkeni kontrol edemezsen, en kötü düşmanın
haline gelir.” Konfiçyus
| ||||||||||
| ||||||||||